Kategori arşivi: PrizmaBetim

Cumhurbaşkanı Erdoğan açıklama yapıyor

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı Özel Programı’nda konuşuyor.

Açıklamadan öne çıkan başlıklar şöyle:

İster üniformalı, ister TUSAŞ’ta olduğu gibi üniformasız olsun milletimizin huzuru ve devletimizin bekası uğrunda hayatları pahasına mücadele eden kahramanlarımıza şükranlarımı sunuyorum. Biz milletçe birliğimize ve beraberliğimize sahip çıkarak iç cepheyi sağlam tuttukça ne terör örgütleri ne de onları besleyip semirterek üzerimize salan şer güçleri emellerine ulaşamayacaktır.

Kendi çıkarları dışında hiçbir insani değeri önemsemeyen küresel teröristlerin anlamadıkları bir hakikat var. Bu hakikat, Türkiye Cumhuriyeti’nin bizim binlerce yıllık devletler silsilemizin son temsilcisi olduğudur. Onlar sanıyorlar ki bu milletin devleti sadece 101 yıllık geçmişe sahiptir. Halbuki Cumhuriyetimiz 101 yıl önce yeni bir devlet olarak değil, yeniden başlangıcın sembolü bir rejim olarak kurulmuştur.

Ordumuz başta olmak üzere devletimizin omurgasını oluşturan kurumlarımızın kuruluş yıllarının yüzlerce hatta binlerce yıl ötesine uzanması bu hakikatin en açık ifadesidir. Kuruluşundan itibaren Cumhuriyetimizin elbette kimi eksikleri olmuştur, kimi zaafları olmuştur, hatta kimi hatalı tercihleri de olmuştur. Ama bunların hiçbiri tevarüs ettiğimiz köklü tarihi, zengin medeniyeti, tüm dünyaya örnek teşkil eden insani değerleri gölgelemeye yetmez. Tam tersi, bu millet, tarihin her döneminde maruz kaldığı tüm saldırıların üstesinden gelmeyi başararak küllerinden yeniden doğmayı başarmış asil bir millettir.

‘DAHA GÜÇLÜ BİR BAŞLANGICIN ARiFESİNDEYİZ’

Bugün küllerimizin değil, sahip olduğumuz imkanların ve azmin üzerinde yükseldiğimiz bir döneme giriyoruz. Bir başka ifadeyle, yeniden ve daha güçlü bir başlangıcın arifesindeyiz. Allah’ın izniyle yokluklar içinde yürüttüğümüz milli mücadeleyi nasıl zaferle taşlandırdıysak, bu mücadeleyi de başarıya ulaştıracağız. Aziz milletim, değerli misafirler, her milletin devlet mefhumuna bakışı farklıdır. Ancak Türk milleti kadar kaderini devletiyle beraber görmüş başka bir millet yoktur.

Orhun kitabelerinde, Ey Türk Milleti! Üste gök çökmedikçe, altta yer delinmedikçe, senin ilini ve töreni kim bozabilir diye ifade ediliyor. İstiklal Marşımızda da ebediyen sana yok, ırkıma yok İzmihlal seslenişiyle bu hakikat tekrar vücut buluyor. Türkistan’dan Avrupa’ya, Güney Asya’dan Kuzey Afrika’ya kadar uzanan geniş coğrafyada kurduğumuz her devletimizin varoluş kodları bu anlayışla yoğrulmuştur. Bizim için Asya Hun devletinden Göktürklere, Uygurlardan Karahanlılara, Selçuklulardan Osmanlılara uzanan şanla şerefle dolu koskoca bir tarihin istisnasız tamamı birdir, bütündür ve milletimize aittir.

Anadolu’ya geldiğimizde de burada yaşayan insanların tamamını şefkatle ve adaletle kucaklayarak kendimizden ayrı görmedik. Cihan devletimizin ayrılmaz bir parçası olarak bağrımıza bastık. Geçtiğimiz yüzyılın başlarında yaşanan acı hadiselerin hiçbirinin sebebi milletimiz değildir. Emperyalistlerin vaatlerine, yalanlarına, tahriklerine kapılan bin yıllık komşularımız kendi hırslarının ve hatalarının bedelini ödemiştir. Cumhuriyetimizi kurduktan sonra devletimizin sınırları içindeki her bir insanımızı adil ve eşit vatandaşlar olarak kabul etme sürecimiz biraz sancını geçmiş olabilir. Ama nihayetinde bunu da başardığımızı düşünüyorum. Geldiğimiz noktada artık geçmiş bir asırdaki acıları yarıştırma, yanlışlarla hesaplaştırma anlayışını geride bırakıp hep birlikte yönümüzü Türkiye Yüzyılı’na çevirmemiz gerektiğine inanıyorum.

Ayrıntılar geliyor…

Türkiye; “Olağanüstü Meşru Müdahale” durumuna geçmeli

“Büyük Harita Parçalanması” tehdidi Türkiye’ye yöneldi

Suriye’ye müdahale PKK/YPG sınırlarını da aşmak zorunda…

Coğrafyamız; Birinci Dünya Savaşı’nın yol açtığı

büyük çöküşten

sonra, hiç bir zaman böyle bir

“harita parçalanması”

tehdidi ile yüz yüze kalmadı.

Batı’nın en zayıf olduğu

dönemde

en ağır saldırıların başlatılması

nasıl algılanabilir?
Bugün; Basra Körfezi’nden Kızıldeniz’e, Hint Okyanusu’ndan Akdeniz’e ve Karadeniz’e kadar, savaş ve savaş tehdidi bütün bölgelere, ülkelere yayıldı.

İki ihtimal var:

İsrail, bir daha böyle bir

fırsat

bulamayacağını, ABD seçimlerinden sonra işlerin zorlaşacağını bildiği için

“ne yaparsam kardır” fırsatçılığı

ile hareket e geçmiş olabilir. Belki de,

Batılı araçları

kullanabileceği

son dönemi yaşıyor çünkü.

BÜYÜK HARİTA PARÇALANMASINA DİKKAT! TEHDİT TÜRKİYE’YE DÖNDÜ.

Ya da

ABD ve Avrupa, İsrail’i bir “çekiç” gibi kullanıp,

Batı’nın küresel hakimiyetini bırakmamak için çıkaracağı

büyük savaşın ilk adımı

nı atmış olabilir. Bu haliyle mesele İsrail meselesinin çok ötesindedir.

Türkiye’nin bu yeni tehdidi, tehlikeyi algılaması da bu yöndedir.

Coğrafyamızdaki bütün ülkeler için asıl tehlike budur. Birileri savaşı yeniden bizim coğrafyaya taşımıştır.

Medeniyetlerin anavatanı, savaşların anavatanına dönüştürülmektedir.

11 Eylül sonrası

Irak işgali, Afganistan işgali, Suriye savaşı ve bölge genelinde yaşadığımız çatışmalar,

bugünkü duruma göre daha yerel, ülkelerle sınırlı nitelikte oldu. Ancak bunların tamamı aslında bugünkü

“büyük harita parçalanması”na giden yolda atılan sistematik ve kararlı adımlardan başka bir şey değildi.

OTUZ BEŞ YILDIR BİZE DAYATILAN BÜTÜN “GEREKÇELER” YALANDI…

Bu savaş ve işgallerin hepsi için yerel sebepleri üretildi. Bizler bu

“üretilen gerekçelerle”

tam anlamıyla uyutulduk. Öyle ki;

en “milli” görünen hükümetler bile, bölgesel işgal ve harita parçalanmasına uyumlu

kararlar, iç düzenlemeler yaparken ses bile çıkaramadık.
Çünkü mesele terördü,

Saddam’dı, El Kaide’ydi, Taliban’dı, Hamas’tı, Hizbullah’tı…

Türkiye dahil, bölge ülkelerinin tamamı, her sebep ve gerekçeye, kendi milli hedefleri için

uygun bir siyasi dil

üretebilmişti. Ya da bu dil

dayatılmıştı

. Bu çok büyük yanılsamaydı, ölümcül hataydı.

Ve bunlar bizi bugüne taşıdı.

Oysa 2003 Irak işgalinden bu yana ne yaşanmışsa, bugünkü “harita parçalanması” için planlanmış, ona göre uygulanmıştı.

Ülkelerin rejimleri, hükümet karakterleri, siyasi ve askeri kadroları

hep bu büyük hedefe göre dizayna dilmişti. Son

otuz beş yıl, hepimiz için yalan bir tarihin

hüküm sürdüğü dönem oldu.

İSRAİL VE ABD, PKK/YPG İLE SINIRIMIZA DAYANDI. SAVAŞ HARİTASINI ÖNÜMÜZE KOYDU.

Ve bugün artık savaşın bölgeselleşmesi ya da

“bölgesel savaş”

kavramını tereddütsüz kullanıyoruz. Gerçekten de durum tam da budur.

Artık İran, Suriye, Irak, Sudan, Yemen savaşın içinde.

Mısır her an Sina’da bir işgalle ve topyekûn bir terör salgınıyla yüz yüze.

Türkiye, son yüz yılda ilk kez Ortadoğu’daki çatışmaların bu kadar içinde.

Çünkü İsrail’in ABD ve Avrupa ile birlikte Gazze’de yürüttüğü Soykırım, hemen ardından Lübnan’a başlattığı işgal, Irak ve Suriye’de

PKK/YPG ortaklığı ile Türkiye sınırlarına kadar yayılmış bir savaş haritasını önümüze koydu.

İSRAİL’DEN TÜRKİYE SINIRLARINA KADAR HİÇ BİR ENGEL KALMADI…

Türkiye sınırından İsrail’e uzanan toprak parçasında onlar için hiçbir engel kalmadı. İran ve Rusya’nın

Suriye’deki varlığı bu yeni haritayı engelleme gücünden ve iradesinden yoksun. Suriye üzerinde planlanan

Davut Koridoru

bir hayal değil.
2003 Irak işgali sonrası oluşturulan

Çekiç Güç

ile, Suriye savaşında İran-Akdeniz arasında çizilen

Terör Koridoru

ile

Davut Koridoru

hep birbirinin devamıdır, tamamlayıcısıdır. O zaman da onları hep bir

hayal

olarak gördük.

Ulaşılamaz hedefler

gördük ve bugün tehdit
Türkiye’nin bütün Güney sınırlarını kapladı.

Hala bir şeyleri “hayal” olarak gösterenler,

doğrudan bu bölgesel tasarımın içinde yer alıyor demektir.

15 TEMMUZ SONRASI “BÜYÜK İRADE” ACİL HAREKETE GEÇMELİ.. ARTIK HİÇBİR ŞEY HAYAL DEĞİL.

Eğer Türkiye, 15 Temmuz sonrası kendine gelip, terör koridorunu parçalayıcı müdahaleler yapmasaydı

biz tam da bugün, Türkiye-Suriye sınırının Kuzey’inde, Türkiye topraklarında “Koridor” tartışmalarıyla felç edilmiş olacaktık.

Ülke savunmasını sınırlarımızda değil,

Anadolu içlerinde, şehirlerimizde

kurmaya çalışıyor olacaktık.
Ertelediğimiz, ihmal ettiğimiz,

“içerideki ortaklar”

eliyle hareketsiz bırakıldığımız her şey, bu

bölgesel savaşı yarın Anadolu içlerine, şehirlerine, sokaklarına taşıyacaktır.

Artık “hayal” dediğimiz her şeyin, çok hızlı bir şekilde gerçeğe dönüştüğü bir çağdayız.

Anlık ihmallerin bile milletlere çok büyük bedeller ödeteceği zamandayız.
Bu yüzden;

15 Temmuz sonrası kendini ortaya koyan büyük irade

nin hiçbir

zaaf ve tereddüde mahal vermeden

yoluna devam etmesi, yapılması gereken hiçbir şeyin

bir gün bile ertelenmemesi

olağanüstü önemdedir.

Aksi intihardır

, coğrafya parçalanmasıdır.

BİR “İHMAL” ANADOLU’YU TEHLİKEYE ATAR. KALICI MÜDAHALE İÇİN SON KARAR ZAMANI.

Çünkü artık ülkelerin sınırlarının koruma kalkanı oluşturması bundan sonra hiçbir şekilde mümkün olmayacak. Dolayısıyla

büyük hesaplaşmaların mutlaka sınırların çok ötesinde yapılması

gerekir.
Türkiye’nin

Libya, Karabağ, Somali, Balkanlar, Basra Körfezi

ve

Afrika

’nın birçok ülkesindeki

askeri varlığı bu aklın göstergesidir.

Biz buna

“tarih yapıcı, coğrafya inşa edici imparatorluklar aklı”

diyoruz. Yüzyıllara dayanan siyasi genetik diyoruz.
Öyleyse, İsrail’den kuzeye doğru gelen işgal, Doğu Akdeniz’de, Ege’de, Rum Kesimi’nde Türkiye’yi hedef alan askeri yığınak

bu iradeyi Suriye’de acilen hareket geçmeye mecbur bırakır.

Tam da bu dönemde,

bir kez daha yaşanacak ihmal, Anadolu’yu büyük tehdit altına sokacaktır.

Türkiye, Cumhuriyet tarihi boyunca hiçbir zaman böyle bir

“varoluşsal hesaplaşma”

ile yüzleşmedi. Ancak yüzleşeceğini bildiği için coğrafyanın geniş sınırlarına açıldı,

tehditleri Anadolu’dan uzaklaştırdı.

Ama Suriye ve Güney sınırı

en zayıf alan

olarak kaldı.

Terör Koridoru

’nu ve

Davut Koridoru

’nu etkisizleştirecek

kalıcı müdahale

artık ertelenemez hale gelmiştir.

Hiçbir siyasi öncelik, hiçbir iç politik hesap

bu bölgesel büyük kuşatmanın, küresel güç kaymalarının yol açtığı çatışmaların üstünde

değildir, olamaz.

TÜRKİYE “TERÖRLE MÜCADELE” KAVRAMINI ACİLEN TERKETMELİ

Türkiye, Suriye’ye yönelik müdahalelerinde

“terörle mücadele” kavramını acilen terk etmelidir.

Zira bu kavram

zihinleri, ufku,

yapılması gerenleri

sınırlamaktadır

.

“Terörle mücadele” son otuz beş yıldır bize dayatılan yalanların son halkasıdır.

Suriye’deki durumun terörle alakası yoktur. Bölgesel harita savaşlarının parçasıdır ve bütün Batılı ülkeler bu işin içindedir.

Türkiye, Suriye’ye yönelik müdahalelerinde PKK ve YPG’nin ötesini düşünmek zorundadır.

Bunu düşünmez, orada kalırsa tehdidi önlemede başarısız olacaktır.

PKK/YPG İsrail ve ABD’nin Türkiye’ye karşı kullandığı bir şantaj,

bir silahtır sadece. Bu yüzden

PKK/YPG’yi vurmak İsrail’i vurmaktır.

Gazze’deki soykırıma verilecek güçlü bir cevaptır.

SURİYE’YE MÜDAHALE PKK/YPG SINIRLARINI AŞMAK ZORUNDA..

Ancak, bölgenin tamamını yok etmeye ayarlı tehdit İsrail ve ABD’nin bölgesel planlamalarıdır. Türkiye’nin kendi varoluşu, bölgenin istikrarı için

mücadele etmesi, engellemesi, pozisyon alması gereken durum,

bu tehdide karşı adımlar atmaktır.
Bu yüzden de

Suriye’deki müdahale PKK/YPG sınırlarını aşmak zorundadır.

Halep ve kuzeyini tamamen güven altına alacak adımlardır. Çünkü

PKK/YPG bitse bile tehdit,

Güney’den, Doğu Akdeniz’den ve
Batı’dan

gelmeye

devam edecektir.
Bugünkü büyük hesaplaşma,

Birinci Dünya Savaşı sonrası en büyük hesaplaşmadır.

Son yüz yılda böyle bir durum söz konusu bile olmadı. Çünkü devletler zayıftı,

Batı hakimiyeti ve baskısı korkunç boyuttaydı,

zihinler tam anlamıyla felç edilmişti.

OLAĞANÜSTÜ MEŞRU MÜDAHALE!

Ama bugün,

küresel güç kaymaları Batı’yı zayıflatıyor.

Güç başka iklimlere kaşıyor. Türkiye de bunlardan biri. Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana en güçlü dönemini yaşıyor.

Bu güç birikimi sadece savunma alanında büyük sıçrama ile sınırlı değil. İmparatorluklar aklının bugüne taşınmasının verdiği idrak,

olağanüstü ve Türkiye bütün bunların tamamını yapabilecek güçte.

Güç kendi alanımıza kaymışken, tarihin bu büyük fırsatı asla heba edilmemeli.

Çünkü bizler, büyük imparatorlukları hep bu fırsatları ertelemediğimiz,

ıskalamadığımız

için kurabildik. Yine aynı

tarih sıçramasının

tam ortasındayız. Yeter ki, bizi içeriden durduracak

“güzel teklifler”

e bu sefer de kanmayalım.
İsrail’in Gazze ve Lübnan’la başlattığı tehdit çok ciddi. Ve bu tehdit şuan

tam sınırımıza

dayanmış

durumda. Öyleyse

ölümcül kararlar

verme zamanı gelmiştir.

Tarihin dönüşü

, Türkiye’nin vereceği bu kararlarla şekillenecektir.

Türkiye olağanüstü meşru müdafaaya geçmek zorunda!

NOT:

Bir süre ara verdik. Bundan sonra haftada iki gün Yeni Şafak’ta yine birlikte olacağız. Yeni Şafak’ın bu zarif desteğine müteşekkirim. Coğrafyamızdaki ve dünyadaki gelişmeleri çok daha ayrıntılı, dikkatle analiz edip tartışacağız. Konuşacak çok konu, söylenecek çok söz var.

Karaçi’deki sembol binalar Cumhuriyet Bayramı dolayısıyla Türk bayrağı renkleriyle ışıklandırıldı

Karaçi’nin sembol binalarından Frere Hall ve Clifton’daki ünlü Teen Talwar Kavşağı 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı dolayısıyla kırmızı-beyaz renklere büründü.

Karaçi Belediye Başkanlığından yapılan açıklamada

“Belediye Başkanı Murtaza Wahab Siddiqui 29 Ekim’de kutlanan Türkiye Cumhuriyeti’nin 101. yıl dönümü dolayısıyla kardeş Türkiye halkına en içten tebriklerini iletiyor. Bu vesileyle KMC, Türk dostlarımıza birlik ve kardeşlik duygusunu göstermek amacıyla Frere Hall’u Türk bayrağı renkleriyle aydınlatırken, Clifton’daki ünlü Teen Talwar Kavşağı’nı da Türk bayrağı renkleriyle özel olarak aydınlattı”

ifadeleri kullanıldı.

https://twitter.com/KmcPakistan/status/1850979256295440704

Karaçi kırmızı beyaz: Sembol binalarda Cumhuriyet Bayramı coşkusu

Karaçi’nin sembol binalarından Frere Hall ve Clifton’daki ünlü Teen Talwar Kavşağı 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı dolayısıyla kırmızı-beyaz renklere büründü.

Karaçi Belediye Başkanlığından yapılan açıklamada

“Belediye Başkanı Murtaza Wahab Siddiqui 29 Ekim’de kutlanan Türkiye Cumhuriyeti’nin 101. yıl dönümü dolayısıyla kardeş Türkiye halkına en içten tebriklerini iletiyor. Bu vesileyle KMC, Türk dostlarımıza birlik ve kardeşlik duygusunu göstermek amacıyla Frere Hall’u Türk bayrağı renkleriyle aydınlatırken, Clifton’daki ünlü Teen Talwar Kavşağı’nı da Türk bayrağı renkleriyle özel olarak aydınlattı”

ifadeleri kullanıldı.

https://twitter.com/KmcPakistan/status/1850979256295440704

Pendik’te kuzen cinayeti: Önce bayılttı sonra bıçaklayarak öldürdü

Olay, dün gece saatlerinde Kavakpınar Mahallesi’nde meydana geldi. İddiaya göre, Bursa’da yaşayan Duygu Şahin akrabalarını ziyaret etmek için İstanbul’a geldi. Talip Y.’nin ailesinin yanında kalmaya başlayan Şahin, kuzeni olan Talip Y. ile birlikte eğlence mekanına gitti. Eve döndüklerinde Talip Y. ile Duygu Şahin arasında tartışma çıktı.

Tartışma kısa sürede kavgaya dönüşürken, Şahin aldığı darbelerin ardından bayıldı. Talip Y., Şahin’i bıçaklayarak yaraladı. İhbar üzerine olay yerine polis ve sağlık ekipleri sevk edildi. İlk müdahalesi olay yerinde yapılan Şahin, ambulansla hastaneye kaldırıldı.

OLAYDA KULLANDIĞI BIÇAKLA YAKALANDI

Polis ekipleri tarafından yapılan çalışmada, Talip Y. olayda kullandığı bıçakla birlikte yakalandı. Hastaneye kaldırılan Şahin ise yapılan tüm müdahalelere rağmen hayatını kaybetti. Emniyetteki ifadesinde, Kuzeni Duygu Şahin ile aralarında gönül ilişkisi olduğunu, olay yaşanmadan önce eğlenmek için dışarı çıktıklarını ve birlikte alkol aldıklarını söyleyen Talip Y., eve geldiklerinde ise Şahin’in başka bir erkek arkadaşı olduğunu ve yeni ayrıldığını söylediğini, kendisinin bunun üzerine sinirlenerek Şahin’i darbettiğini, bayıldıktan sonrada bıçak ile yaraladığını söyledi.

Emniyette işlemleri tamamlanan Talip Y. sevk edildiği mahkeme tarafından tutuklanarak cezaevine gönderildi.

Emine Erdoğan’dan Cumhuriyet Bayramı paylaşımı: Cumhuriyetimizi birlik ve beraberlik içinde ilelebet yaşatmayı diliyorum

Emine Erdoğan, 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı dolayısıyla sosyal medya hesabından yaptığı paylaşımda, şunları kaydetti:

“İstiklal ve istikbalimizin teminatı Cumhuriyet’imizin 101’inci yaşını büyük bir gurur ve coşku ile kutladık. Her sayfası kahramanlıklarla dolu tarihimizin şanlı nişanesi Cumhuriyet’imizi, birlik ve beraberlik içinde ilelebet yaşatmayı diliyorum.”

Cumhursuz cumhuriyetten demokratik cumhuriyete!

Evvela tarihsel bir kaç tespit…

Kuvayı Milliyenin amacı, Cumhuriyet kurmak değildi.

Milli Mücadelenin tek amacı vardı: Şeriatı, hilafeti ve saltanatı muhafaza temelinde yabancı işgale son vermek.

Kuvayı Milliyenin taşıyıcı cemiyeti Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti şeriatçı, hilafetçi ve saltanatçı idi.

Gazi Mustafa Kemal milli mücadele sürecinde hep bu amaca vurgu yaptı.

İlk meclisin açılışında da bu kurucu ruh esastı.

Hacı Bayram’daki açılış merasimi bütünüyle bu ruhu yansıtıyordu.

Meclisteki temsil bu kurucu ruhun ete kemiğe bürünmüş haliydi.

Başında sarığı olan da vardı, mahalli giysilerini üstünde taşıyanlar da.

Gazi Mustafa Kemal’in meclisin açılışında irad ettiği nutuk bu kurucu ruhun cisimleşmiş haliydi.

“Ey efendiler” diye başlıyordu nutkuna Gazi. “Bu meclis sadece Türklerin meclisi değildir, Kürtlerin de meclisidir; bilumum anâsır-ı İslamın mecmuundan (toplamından) oluşan bir Meclis’tir.”

Meclisin adı da sadece Büyük Millet Meclisi (BMM) idi.

Bu kurucu ruhun 1921’de ilan edilen Teşkilâtı Esasiye Kanunu’nda (Anayasasında) Türkiye Devletinin İslamcı olduğu alenen ilan ediliyordu. Meclisin görevleri arasında “Ahkâmı şer’iyenin tenfizi” yani “şeriat hükümlerinin uygulanması” zikrediliyordu. (Bkz. Madde-7)

Bu kurucu anayasada ne Ankara’nın başkent ne de Türkçe’nin resmi dil olduğu belirtilir.

Yani ilk meclisin ruhu da anayasası da İslamcıydı/şeriatçıydı.

Bunlar tarihi tespitler sadece. Genç nesillerin gözünden kaçırılan hakikatler. Şahsıma ait hüküm cümleleri değil. Umarım o birileri sadece ve yalnızca bu tarihi hakikat bilinsin amacıyla yaptığımız bu aktarımdan rahatsızlık duyup o bildik pespaye suçlamaları üzerimize boca etmezler.

***

Sonra ne mi oldu?

Lozan Sözleşmesi’nden birkaç ay sonra ilan edilen Cumhuriyetle yeni bir düzen kuruldu.

Şeklen devletin dininin İslam olduğu 1924 Anayasası’nda belirtildi ama yapılıp edilen her şey o kurucu ruhun inkarı mahiyetindeydi. Nitekim 1937’de devletin dininin İslam olduğu ibaresi de kaldırıldı. Laikçiliğin benimsendiğinin resmen açıklanmasından sonra tamamen farklı bir düzen te’sis edildi.

CHP’nin kudretli şeflerinden ve ideologlarından Recep Peker’in laisisizm tanımında belirttiği üzere, İslamiyet, sadece devlet hayatından değil memleket ve toplum hayatından da sökülüp atılmak istendi.

Yendiğimiz düşmana sadece zihnen değil şeklen de benzemeyi ilke edinen yeni bir düzendi bu.

Tıpkı Batılı gibi olmamız isteniyordu.

Kurtuluş oradaydı.

Din geriliğin ve gericiliğin nedeniydi.

Fransız Cumhuriyetçiliği, Fransız ulusçuluğu ve Fransız laikçiliği esas alındı.

Hatta laikçilikte Fransa bile gerimizde kaldı.

Cumhuriyetimizde sandık şeklen vardı.

Cumhur değiştirilmesi gereken bir sürüydü.

Cumhur kendisini nasıl yöneteceğini bilmeyen bir gerici güruhtan ibaretti.

İktidar sandık yoluyla onlara bırakılamazdı.

Onlar için neyin lazım olup olmadığına iktidardaki azınlık ancak karar verirdi.

Halk sandık başına tek partinin belirlediği adaylara oy vermek için gidebilirdi. Açık oy gizli sayım yöntemiyle.

Cumhuriyetin verili halkı makbul değildi.

O yüzden makbul bir halk yaratılmak istendi. “Halk için halka rağmen” şiarıyla.

Her şey halk içindi.

Farklılıklar inkar edildi.

Fransız ulusçuluğu temelinde bir ulus inşa edilmek istendi.

Homojen ulus fikri sert bir inkar ve asilimasyon politikasını beraberinde getirdi.

Kuvayı Milliyetin dinamik gücü olan ve Türkiye Devleti’nin kurucu unsurlarından biri olan Kürtlerin varlığı inkar edildi.

Kürt dili ve kültürü yasaklandı.

Acılı ve travmatik asimilasyon politikaları benimsendi.

Bugün adına Cumhuriyetin kurucu partisi olduğunu söyleyen CHP’nin “Kürt sorunu” dediği sorun, işte o dönemin bir ürünüdür.

Bizzat CHP’nin yarattığı bir kanlı sorun.

PKK bu sorunun hem bir sonucu hem de sorundan beslenen kanlı bir terör örgütü.

Türkiye’yi yıllar yılı yoran ve nice mağduriyetlere sebebiyet veren laikçilik uygulamaları, dinin ve dindarların kamusal alandan sürülmesiyle alakalı bir durum.

CHP’nin tek parti yönetimi, tipik bir hanedanlık rejimidir.

Bir tür saltanat rejimidir.

Osmanlı hanedanlığı ve saltanatı sona erdirilmiş ama onun yerine başka bir siyasi hanedanlık ve saltanatçılık inşa edilmiştir.

Aile hanedanlığı yerini parti hanedanlığına bırakmıştır.

Cumhuru makbul görmeyen bir Cumhuriyetçilik anlayışına eşlik eden zecri tepeden inmeci modernleştirme projeleri demokrasi yoksunluğunun da diğer adıdır.

Cumhursuz bir Cumhuriyet, yani demokrasiden yoksun bir Cumhuriyet. CHP’li iktidar seçkinlerinin kafalarındaki Cumhuriyetçilik modeli tam da buydu işte!

Saygın tarihçi-siyaset bilimci Prof. Dr. Taha Parla’nın isabetle belirttiği gibi, “Bonapartist ve plebisiter diktatoryal cumhuriyet”ti bu CHP eliyle inşa edilen cumhuriyet.

Yenidoğan Çetesi’nin arka bahçesi: Sezaryen dayatması!

Pazar günkü yazıya ortalamanın çok üzerinde geri dönüş oldu. Yorumların arasında kayboldum desem yeridir.

“Herhangi bir yetkili aradı mı, yazıdaki dehşete düşüren bilgileri veren o cerrah ile görüşmek isteyen oldu mu?”

diye soracak olursanız yanıtını vereyim; beklediğim gibi hayır! Peki, neden ilgilenen olmadı?

“Lanet olasıcalarda numara bitmiyor!’

başlıklı

yazının

satır satır okunduğunu biliyorum. Sağlık camiasındaki WhatsApp gruplarında elden ele dolaştığını da öğrendim. Mesleğini hakkıyla yapan çok sayıda doktor ve hemşireden ise teşekkür mesajları aldım. Bu arada benden, dolaylı yollardan bilgi almak ve “

Hastanelere şimdi de erişkin hasta operasyonu mu yapılacak?

” sorusuna yanıt arayanlar da oldu. İpin başını ve ucunu merak ediyorlar herhalde. Umarım bulunur ve insanların sağlıkları sağlık simsarların vicdansızlıklarına artık terk edilmez.
Vatandaşlar ise hem tedirgin hem de öfkeli. Bu işin sonunun nereye varacağını görmek istiyorlar. Özellikle de kadınlardan doğum süreçleriyle ilgili yüzlerce mesaj geldi. Yazıda, bilgileri aldığım cerrah dostumun, “Sezaryen oranlarının yüksek oluşu ile bebek yoğun bakım yatışı arasında direkt bağlantı vardır” sözlerine yer vermiştim. Bu cümleden yola çıkarak, özel hastanelerde

“Sezaryen Çeteleri”

olduğunu yazanlar ve kendi hikâyelerini paylaşanlar oldu.
Dün ‘Bizim Doktor’u aradım yine. Yazılan o yorumları sordum.

“Suni sancı meselesini bir araştır”

dedi.
Nedir diye baktım hemen. Özetle

“Doğum sürecini başlatmak veya hızlandırmak için medikal yöntemlerle suni olarak oluşturulan rahim kasılmalarıdır”

deniliyor. 
Bizim Doktor şöyle açıklık getirdi: “Suni sancı, doğuma girecek annelerin sezaryene mecbur bırakılmasında en kritik yol. Suni sancı verip doğumu hızlandırırlar.

Doktor mesai saati dolmadan hastayı doğuma almak için yapar bunu.

Bu şekilde doğum kanalı gevşemeden bebek çıkıma girer ama ön tarafı kapalı olduğu için doğamaz. Bu sefer de ‘Bebek zor durumda. Sezaryene alalım’ derler.”
Çarkın dişlileri işte tam burada işliyormuş. Bizim Doktor’un yorumu şöyle: “SGK, normal doğuma daha fazla ödeme yapıyor. Ancak buna rağmen

sezaryende artışın nedeni yoğun bakım servislerinden kazanılan paradır.

Çünkü suni sancıyla başlayan süreç ameliyatla sonuçlanıyor. Sezaryen olunca zaten strese giren bir bebek ciğerleri ve organları doğum kanalından geçip temizlenemediği için

‘Apgar’ dediğimiz skoru düşük kalıyor ve yoğun bakıma alınıyor.

Bu arada anne de ameliyat olduğu için ödeme farkı artıyor, itiraz da edilemiyor.”
“Bu mu yani?” diyenler olacaktır? Dahası var. Kazanılan para bir yana, Bizim Doktor’a göre bu sayede “çaktırmadan” nüfus planlaması da yapılıyor: “Sezaryen ile maksimum 3 çocuk sahibi olunur. Bu mecburi kısıtlama ayrıca dikkate değer. Sezaryen sonrası çekilen eziyet ile kimse üçüncü gebeliğe cesaret etmiyor.

İkinci sezaryende tüplerin bağlanması oranı zaten çok yüksek.”

Anne adayları neden normal doğumdan kaçıyorlar? Bakın “denemiyorlar” demiyorum. Şimdi çıkıp, “sana ne bundan” diyenler olacaktır. Olsun desinler. Biz, ‘Bizim Doktor’a kulak verelim: “Yıllardan beri normal doğumun çok ağrılı ve zor bir işlem olduğunun propagandası yapılıyor

. Film ve dizilerde çok ağır geçen normal doğum sahneleri yer alır. İnsan izlemeye dayanamaz. Zaten o sahneleri izleyen hiç bir genç kız normal doğum yapmaz.

Ağrı ise ilk doğumda biraz şiddetlidir. O da en fazla 10 saniye sürer. İyi bir ebe ile bu süreç çok rahat yönetilebilir. Ama bunu yapan ebe ve doktor yok artık. Yaptırmıyorlar özellikle. Çözüm ise iyi ebelerin yetiştirilmesi, suni sancının kesinlikle iyi denetlenmesi, suda doğum konsepti gibi uygulamaların anne adaylarına tanıtılmasında…”
Türkiye’de ne zaman normal doğumu teşvik ve tavsiye eden çıkışlar yapılsa, kampanyalar düzenlense birileri adeta yerlerinden zıplıyorlar. Sezaryen doğumdaki artış oranları ortada. Türkiye’de sezaryen doğum oranı yüzde 50’lerde. Şimdi sıkı durun. Bu oran

özel hastanelerde yüzde 78, devlet hastanelerinde ise yüzde 46 olarak belirlenmiş.

Yani, özel hastaneler devlet hastanelerinin neredeyse iki katı.
Bu durumda akla şu gelmiyor değil; normal doğum kampanyalarına karşı çıkanlar ya bu işten para kazanıyorlar ya da doğurganlığın

önüne örülen “sezaryen duvarının” yıkılmasını istemiyorlar.

Her iki durumda birilerinin ciddi paralar kazandığı ise ortada. Anneleri kesip biçtikleri gibi doğum mucizesi tam gerçekleşmediği için bebeklerin sağlıksız doğmasına da neden oluyorlar.
Bizim Doktor’un anlattıklarına, tespitlerine ben ikna oldum. Vatandaşlardan, özellikle de kadınlardan gelen yorumlar da cabası. Bu durumda Yenidoğan Çetesine,

bebekleri öldürerek para kazanma yolunu ‘Sezaryen Çetesi’nin açtığı söylenebilir.

Tam bir kazan kazan ilişkisi.

Komplo teorisi gibi gelmesin sakın: İpin ucu BM’nin nüfus artışını durdurma projeksiyonlarına dayanırsa hiç şaşırmam.

CIA’in “Paralel Postacısı” Eko!

Vatikan’ın Gizli Kardinali Fetullah’ın “anavatanı” ABD’de gebermesinin ardından; yeğeni Ebu Seleme Gülen, Youtube’ta şöyle feveran etti:

“Fethullah Gülen öldü ve bizi yetim bıraktı. Ekrem gibi, Cevdet gibi, Mustafa Özcan gibi içkici ve dayakçı üvey babalara emanet etti bizi, gitti…

Böyle adamlardan bize baba mı olur?

Ama hepimizin babası oldular…

‘Hesap vermeden ölme hocam!’ diye yalvardım sana; ama dinlemedin…

Alçak Ekrem’i, hırsız Cevdet’i, katil ve darbeci Mustafa Özcan’ı başımıza bırakıp gittin…

Bizi ‘Âlî Heyet’ denilen haramzadelere emanet ettin…”

PARALEL VASİYET

Yeğen Gülen, uydurma bir vasiyet ile işbu ‘Âlî Heyet’ sisteminin devamının sağlanacağına işaret ederken de şöyle diyor:

“Ülkenizin altına dinamit döşediniz…

Ben, her gün Ekrem şerefsizine, onun çetesine beddualar ediyorum…

Bizi bu hale getiren işte bu şerefsizler yüzünden sekiz yıldır ceset gibiyim…

O, b*k suratlı Ekrem; her gün ekrana çıkıyor yüzsüz, yüzsüz…

Vah ki, vah…

Herkes Ekrem’den Cevdet’ten, Mustafa Özcan’dan nefret ediyor, ancak kimse sesini çıkaramıyor!”

FETULLAH’IN YERİNE “KİM?”

Ebu Seleme Gülen’in Youtube’taki bu feveranının ardından, X’teki şu ironik tiviti de dikkat çekti:

“Ekrem Dumanlı seni tebrik ediyorum.

Belki, Türkiye Cumhuriyeti’ne başkan olamadın ama ne yaptın ettin Hizmet’e başkan oldun.”

***

Ebu Gülen’in bu sözleri; “Fetullah’ın yerini Dumanlı’nın alacağı” şeklinde değerlendirildi!

CIA’İN “EKO” SİSTEMİ

Yıllardır, bu sütunda Eko Dumanlı’nın bir CIA elemanı olduğunu yazıyorum.

Ekrem için, CIA ile FETÖ arasındaki “bir nevi postacıdır” diyebiliriz.

Locaefendi Fetullah sonrasında, onun bu derin pozisyonunun devam edeceği aşikârdır.

***

Bununla birlikte; uzun yıllar boyunca FETÖ’de Kasa’yı elinde tutan Mustafa Özcan, Fetullah’ın yerini alacaktır.

Aslında “çoktan almıştır” denilebilir!

***

Kaçak vaziyetteki hain Eko Dumanlı, FETÖ’nün CIA ile temaslarını MÖZ adına yürüten bir postacılık görevi ile Özcan abisinin “en gözde yardımcısı” konumunda olacaktır.

***

İlerleyen günlerde; Ebu Seleme’nin öne sürdüğü gibi Mister Dumanlı öne çıksa dahi…

FETÖ’nün “Amerikan Yapımı” ipleri fiilen “Sözde Vaiz” MÖZ’ün ellerinde kalmaya devam edecektir.

***

Otuz yıldan fazla bir süre evvelinden itibaren Dumanlı’yı Paralel Yapı’da “yükselten” hatta onun ilk evliliğine aracılık eden kişidir, MÖZ!

AMERİKAN YOLU

Dumanlı Ekrem gibi Uzun Cevdet de “uzun yıllardır” MÖZ’ün adamıdır.

“Türkyolu” soyadını taşıyan “Cukkacı Cevdet” için bir soy ismi tashihi şarttır ve o aslında fiilen Amerikanyolu’dur!

***

Gizli Kardinal Locaefendi Fetullah’ın, “İslami usullerin kasten terk edildiği” Amerikanvari cenaze töreninde…

Terör Örgütü elebaşının tabutunun başında bekleyen Uzun Cevdet’ten söz ediyoruz.

“GÖRÜNMEYEN” YENİ ELEBAŞI

Küçük bir stadyumda yapılan cenaze merasiminde…

15 Temmuz darbe gecesindeki “Kurye İmam” Adil Öksüz dahi teşhis edildi; ancak MÖZ ortalıkta görünmedi!

***

Bu bile, aslında MÖZ’ün Paralel’deki “liderliğine” işaret ediyor.

Sinsiliğin şahikasındaki Mr. Özcan’ın CIA’in koruması altında olduğuna hiç kuşku yoktur.

PARALEL’İN DANIŞTAY CİNAYETİ

2014’ten beri kaçak vaziyetteki MÖZ, vaktiyle Paralel’in Kaynak Holding’ini yönetmişti.

***

Onun döneminde Holding’in avukatları arasında yer alan ve Fetullah’ın “amca oğlu” Kemalettin Gülen’in de kankası olan Alparslan Arslan…

17 Mayıs 2006’da Danıştay Suikastı’nı gerçekleştiren katildir.

***

19 Ekim 2009 tarihinde, Silivri’deki duruşma sırasında…

Alparslan Arslan, Danıştay Cinayeti için “Beni Fetullahçılar yönlendirdi; pişmanım!” demişti.

Bu itirafın görüntülerini, Youtube’ta izleyebilirsiniz!

***

O dönemde, duruşmada yapılan işte bu çarpıcı itiraf; medyada haber dahi olmamıştı!

Medyadaki “anlı şanlı” genel yayın yönetmenlerini, Ekrem Dumanlı’nın yönlendirdiği süreçten bahsediyoruz.

EKO’NOMİK BERBER

Şimdilik, tek bir misalle yetinelim…

Enis Berberson’un yayın yönetmenliği döneminde, Hürriyet’in “Pazar” ekinin başında olan İskender Baydar…

“Enis Berberoğlu’nun, o dönemde Hürriyet’in manşetlerini Dumanlı’ya danışarak attığını” ifşa etmişti!

(Twitter, 1 Haziran 2013)

***

Baydar’ın, Olay Yeri’nde bulunmuş bir gazeteci olarak yaptığı işte bu tanıklığa karşılık, Berberson’un gıkı çıkmamıştı!

PARALEL TIR’LATMALAR

2010-2014 yıllarında, Yurttaş Doğan’ın Hürriyet’ini yöneten Mr. Berberson…

Batıcı Etki Ajanı Ertuğrul Özbuş’un (Şimdilerde Özbaydınyahu) yerine “Genel Yayın Yönetmeni” olmuştu.

***

10 Ağustos 2014’te Hürriyet’ten istifa etti ve Ekim 2014’te Sözcü’de yazarlık yaptı.

Sonrasında, CHP’den vekil seçildi…

Kemal Kılıçdarson döneminde “Medya İlişkilerinden Sorumlu Genel Başkan Yardımcılığı” yaptı.

***

17 Mayıs’ta 2015’te Kılıçdarson ile Berberson’u ağırlayan CIA elemanı Mister Eko Dumanlı…

Siyasi misafirlerine, MİT Tırları’nın görüntülerini izlettirmişti!

Eşit yurttaşlık ve Alevi dedelerinin maaşı

Özgür Özel ilginç biri… Partisine liderlik edebildiğini söylemek zor ama zaman zaman “yahu şunu cidden bir konuşmak lazım” diyebileceğimiz cümleler kuruyor. İşte onlardan biri: “Bir ülkede veya toplumda bir sorunun var olup olmadığına, ülke demokrasi ise sorunu hisseden karar verir.”

“Parlak” bir cümle olarak duran ama aslında “palavra” olduğunu bal gibi Özel’in de bildiği bir cümle bu. Demokrasi, tanımı gereği kitlelerin politik taleplerini makul zeminde yönetme biçimidir zira. Şartsız yerine getirme biçimi değil. “Çoğunluk talebi” de “azınlık talebi” de bu yüzden “her zaman çalışır” bir şey değildir demokrasi pratiğinde. Sorunu hissedenin sorunun var olup olmadığına karar verdiği bir yönetim biçimi mesela z kuşağının discord ortamlarında falan söz konusu olabilir. Demokrasilerde değil.

Bu, burada bir dursun.

Aynı konuşmasında iki cümle daha kuruyor Özel. İlki “hani kadının beyanı esastır deniyor ya. Şiddet görüyorsa kadın, şiddet görüyorum diyorsa görüyordur.”

“Hobaa” diye bir sesleniş vardır güzel Türkçemizde. Tam “hobaa” denilecek cümle bu cümle. Hani zırva bile olamayacak denli fantastik. “Kadın şiddet görüyorum diyorsa şiddet görüp görmediğine kanaat getiremeyiz. Kadının şiddet görüp görmediğine hukuk karar verir. Kadının beyanı esastır ilkesi, şiddet gördüğünü iddia eden kadının beyanı üzerinden kolluk gücü marifetiyle tedbir almaya müteallik bir cümledir. Şiddet gördüğünü iddia eden kadının şiddet gördüm demesi şiddeti sabit kılmaz” diyerek yardımcı olmaya çalışalım Sayın Genel Başkan’a. Ancak tabii belli bir yaştan sonra hukuk nosyonu devşirmek biraz zordur yine de.

Bir de, yazımın asıl meselesine yönelik bir cümlesi var Özel’in. Onu da yazalım: “Ya da Aleviler. Hepimiz vergi veriyoruz, imamın maaşı ödeniyor, dedeninki ödenmiyor. Eşit değilim diyorsa eşit değildir.”

Türkiye’nin bu en netameli konularından birinde CHP Genel Başkanı Özgür Özel ile tam tamına aynı şeyi düşünüyoruz. Vatandaşından topladığı vergiyle imamlara maaş ödeyen Türkiye Cumhuriyeti Devleti, aynı vergilerle Alevi dedelerine de maaş ödemeli. Buna hiç şüphe yok.

Daha önce de yazıp çizdim bu meselede. Alevi kardeşlerimizin neye nasıl inandıkları (entelektüel merakım hariç olmak üzere) beni hiç alakadar etmez. Dolayısıyla inançlarını yaşamakta da, devletin inançlarını yaşayan diğer dini topluluklara sağladığı imkân ve avantajları devletten talep etmekte de son derece haklı olduklarını düşünürüm.

Ancak iş “devletin o belirsiz nesnelliği” meselesine geldiğinde, gördüğüm ve takip ettiğim kadarıyla iş çok çapraşık bir hal alıyor. Çözümsüz değil elbette ama çözümsüz kalması bence pek çok kişi ve kurumun işine geliyor.

İmam olmak için belki biliyorsunuzdur, en az imam hatip lisesi mezunu olmak gerekiyor. Ayrıca imamlara mahsus bir mesleki yeterlilik sınavı ile hem yazılı hem de sözlü sınavı geçmek şart.

Bildiğim kadarıyla Alevi dedeliği, “belden, soydan” devam ederek babadan oğula geçiyor. Dede olmanın yolu okumak, bilgi ya da ilim sahibi olmak değil, “bir babanın oğlu olmak.” Dolayısıyla burada devletin kime nasıl maaş vereceğini belirleyeceği bir düzlem bulması gerekiyor öncelikle.

Tabii bu, Alevilerin “Alevilik bir mezheptir” ortaklaşmasını yaşadığı bir vasatta söz konusu olabilir. Oysa burada bir ortaklaşma yok. “Alevilik bir dindir”den başlayıp “Alevilik bir tasavvuf yorumudur”a kadar giden farklı yaklaşımlar söz konusu. Devletin, tıpkı Diyanet üzerinden bir Sünnilik tanımı yaptığı gibi bir Alevilik tanımı da yapması gerekiyor anlayacağınız. Ancak devletin yaptığı bu tanıma akıl almaz itirazlar yükselecektir. Onu da kayda geçmiş olayım.

Sonra başka bir mesele. Eğer Alevilik bir tasavvuf yorumu ise (ki kendilerini Alevi-Bektaşi olarak tanımlayanlar bunun böyle olduğunu söylüyorlar genellikle) malumunuzdur ki tekke ve zaviyelerin kapatılmasına ilişkin saçma sapan kanun yüzünden tasavvuf erbabının bırakınız devletten maaş almasını, her an “kanuna muhalefetten tutuklanma korkusu” ile yaşadığını da biliyor olmamız gerekir.

Geldik meselenin ek yerine. Fikrimden bir santim geri çekilmeyeceğim. Devletin ya imamlara maaş vermekten vazgeçmesi ya da Alevi dedelerine de maaş vermesi gerekir. Yukarıda bahsedilen tanımlama sorunlarını ortadan kaldırmak mümkündür. Tekke ve zaviyelerin kapatılması ile ilgili saçma sapan kanunu değiştirmek mümkündür. Aleviler kendilerini bir mezhep olarak tanımlarlarsa ona göre, bir tasavvuf ekolü olarak tanımlarlarsa ona göre imkânlar ve avantajlar sağlamak mümkündür.

Son derece politize edilerek alınacak mesafesi yoktur Türkiye’nin Alevilik konusunda. Son derece düzgün cemevlerinin yanı sıra Almanya’dan sevk ve idare edilen cemevleri gerçeğiyle de, yasadışı sol örgütlerin insan kaynağı devşirdiği cemevleri gerçeğiyle de mücadele etmenin yolu meseleyi CHP’siyle, AK Partisiyle el ele verip çözmeye girişmektir. Çözümsüzlüğün getirdiği avantajları el tersiyle itmeyi göze almak gerekir.

Diyanet, hiçbir aşırılığı, hiçbir zirzopluğu, hiçbir düşmanlığı camilerin kapısından içeri sokmayan “sıkıcı derecede bürokratik ve korumacı bir kurum” olarak nasıl konumlandıysa Alevi kardeşlerimizin de çok benzer bir yapıya ihtiyaç duydukları açıktır.